Sailor Moon Crystal Sezon 1 : Dark Kingdom Arc – Medyalar Arasındaki Fark ve Bir Eserin Ruhu

1997 doğumlu birisi olarak çocukluğumda Sailor Moon serisinin varlığının farkında olsam da çocukluğum, Sailor Moon’un popülerliğinin tepe zamanının sonrasında geçti. Bu yüzden bir kaç yıl öncesine kadar Sailor Moon’a karşı hiç bir zaman çok büyük bir ilgi göstermemiştim. Shoujo eserleri sevdiğimden dolayı aklımda olsa, seriden ara sıra sevdiğim kesitler görsem ve estetik olarak bu kesitler hoşuma gitse de bunların birleşiminin bana seriyi izlettirmesi uzun bir zaman aldı. İlk başta şu an kapanmış olan r/SailorMood subredditindeki ilişkilendirilebilir kesitler ile serinin estetiği ve renk paleti beni içine çekti. Daha sonra estetiğin kendisine karşı olan ilgim daha da büyüdü ve serinin geçtiği 90’ların başındaki Azabu-Juban’ın tasviri beni büyüledi; modern J-Pop’un doğuşu ile onun öncüsü olak Idol-Kayo’nun bitişi arasındaki o city-pop etkili müzik bana şehrin ruhunu yansıttı. 90’ların başlarında ekonomik balonun patlamaya başlaması ve şu an kayıp onyıl denilen döneme girilmesine rağmen Naoko Takeuchi’nin eseri ve onun anime adaptasyonu umut ve neşe dolu bir dönemi tasvir ediyordu.

Sailor Moon’dan bir kesit ile gerçek hayattaki karşılığı. Kaynak : Unbordered Life

Sailor Moon’u izledikten sonra hem Mahou Shoujo türüne hem de benzer pastel estetiğe karşı ilgim arttı ve Utena gibi eserlerle tanıştım. Bu yaz ise en sonunda başladığım yere geri dönüp bana bu sevdayı veren eserin mangasını okumaya karar verdim. Mangaya başlamadan önce bile anime ve manga arasında fark olduğunu biliyordum ancak okuduğumda karşılaştığım ayrım beklediğimden de fazlaydı. Animenin chic moda anlayışı, pastel renkleri ve müziği ilgimi çekerken, beni içinde tutan tarafı slice-of-life yaklaşımıydı. Karakterlerin bir yandan karşılarına çıkan düşmanlar ile savaşmalarını bir yandan ise birbirleriyle olan etkileşimlerini ve arkadaşlıklarını görüyordunuz. Animenin, anlatı olarak sezonlar boyunca aynı şekilde devam eden bir yapısı vardı. Ancak manga tamamen farklı bir yapı izliyordu. Animeye kıyasla odak noktası hikayenin tam kendisiydi. Sailor Senshi’lerin tanıtılmasından, yani manganın 5. bölümünden sonra, anime ve mangadaki hikaye farklılaşıyordu. Anime bir yerden sonra sadece mangadaki belli karakterleri, sahneleri ve ana hikaye noktalarını alıp kendi başına bir hikaye oluşturuyordu. Manga fena şekilde başlamazken git gide hem karakter yazımı, hem çizim hem de hikaye anlatımı açısından güçlenip, çok kuvvetli bir şekilde son buluyordu.

Kısacası, Sailor Moon’un mangası ve animesi farklı sebeplerden dolayı olsa da sevdiğim ve ruhuna hayran kaldığım eserler.

Peki serinin reboot’u için neden estetikten, ruhtan ve müzikten bahsettiğim bir giriş yaptım? Çünkü benim için Sailor Moon demek, bunların verdiği belli bir hissiyat demek ve Crystal’in başarısız olduğu noktalar da tam bu.

Sailor Moon Crystal, Naoko Takeuchi’nin mangasını birebir, her bir manga bölümü bir anime bölümüne gelecek şekilde, kapsıyor. Dark Kingdom arcı diğer sezonlara göre daha zayıf olsa da pacing, duygular ve romantizm açısından güçlü bir eserin birebir başka bir medyaya aktarılmış halinin, bu noktalardan zayıflığı bence her medyanın farklı bir ruhu ve kuralları olduğunu göz önüne seriyor. Manganın bir panelindeki bir yüz ifadesi ve yanında yazan uzun bir iç sesin, bir insan tarafından okunurken olan akışı ile bu panelin animedeki halinin akışı birbirinden çok farklı oluyor. Karakterin yüz ifadesi bize belli bir duygu ve bir sonraki panele yönelik bağlam verirken, karakterin iç sesini hızlı bir şekilde okuyabiliyoruz. Ancak animede, karakterin iç sesi daha yavaş bir şekilde konuşurken, aynı zamanda tek bir yüz ifadesinin ekranda 30 saniye boyunca asılı kalmaması için anime edilmesi gerekiyor; manga, inançlarımızı askıya alışımız ile büyüsel bir destansılık ve romantikliğin birleştiği sınır noktasında iken, animedeki bu tarz sahneler bu dengenin bozulmasına sebep oluyor. Aynı zamanda mangada gözlerimizi alması için çizilmiş, bölümün ve arcın doruk noktası olan panellerin beynimizde yer alma zamanı ile animede belli bir zaman akışında yer alma zamanı uyuşmayabiliyor; böyle durumlarda bu sahnelerin duygusal doruğunu destekleyecek tercihlerde bulunmak gerekiyor ama bunlar da yine serinin büyüsel dengesini bozabiliyor veya orijinal materyalde Crystal’in yapmaya yeltenmediği bazı değişiklikler gerektiriyor.

Birebir adaptasyonunun her zaman orijinal eserin ruhunu yansıtmadığını aslında Alan Moore’un The Watchman’inde görmüştük. Bu açıdan, bu özellik sırf Sailor Moon Crystal’a özgün bir şey değil ama Crystal’de buna yol açan şeylerden bir kaç tanesi çok belli; müzik, animasyon, çizim stili ve bunların zaman dışılığı.

Sailor Moon’un ruhunun çok büyük bir parçası Naoko Takeuchi’nin ve daha sonra Ikuhara gibi anime direktörlerinin kendi hayat deneyimlerini seriye koymaları. Serideki bu estetik anlayışı, moda stili, müzik tarzı ve genel olarak bu hayat deneyimlerinin toplamı belli bir zaman dönemine özgü. Peki animeden bu müzikleri çıkarıp daha zamansız metal-pop-orkestral parçalar ile değiştirdiğimizde, zamanının çizim tarzını daha modern bir tarz ile değiştirdiğimizde, 3 boyutlu dönüşüm animasyonları eklediğimizde ve genel olarak seriyi zamanının ürünü yapan şeyleri çıkarıp hem retro hem de zamansız şeyler eklediğimizde ne elde ederiz? Crystal’in sahip olduğu ruhsuzluğu. 

Orijinal serinin açılış müziği çaldığında bize verdiği o nostalji sadece 90’ların en ikonik açılış müziklerinden biri olmasından kaynaklanmıyor, müzik tarzının ve Sailor Moon’un geldiği kültürün doruk noktası olmasının da büyük bir etkisi bulunuyor. Moonlight Densetsu; Kayakyoku’yla, ardından Funk ve Jazz gibi sesleri birleştiren City Pop’la, Idol Kayo ve Techno Kayo ile gelmiş ve 90’larda yerini J-Pop’a bırakacak bu kültürle iç içe geçmiş durumda. Böylece daha seri başlamadan kendimizi, Naoko Takeuchi’nin kafasındaki o erken 90’lar Japonya ruhu ile çevrelenirken buluyoruz. Crystal ise Momoiro Clover Z isimli bir J-Pop grubunun söylediği Moon Pride isimli bir parça ile açılıyor. Bu parçada kısa bir klasik J-Pop vokal kısmından sonra bizi senfonik power metal riffi karşılıyor. 2010’larda popülerleşmeye başlayan bu birleşim, içinde bulunduğu kültürden çıkarılmış ve ticarileşme aşamasında tüm özgün yanları yok olmuş. Gidip böyle bir parçayı alıp, alakasız kültürden çıkmış bir animeye koymak çok absürt kaçıyor, ahenksizliği daha anime başlamadan izleyiciyi etkiliyor. Açılış ile seri arasındaki ahenksizlik, OST’lerde de devam ediyor. Seri kendini betimlemeye yardımcı olacak tarzda müzikler ile belli duyguları yansıtmak yerine, her animede kullanılabilecek jeneriklikte bir OST kullanıyor. Heart Moving, Ai No Senshi vb. parçaların melankolik ılıklığı yerini klasik savaş müziklerine bırakıyor; Sadness #1 veya Memories gibi zamanı yansıtıp karakterler ile uyuşan duygusal müzikler, hangi seriden çıktığını 2 güne unutacağınız orkestral parçalar ile yer değiştiriyor.

Crystal’in ilk açılış müziğinin canlı versiyonu

Konu, müzikten, çizim tarzı ve animasyon stiline geldiğinde de maalesef benzer bir hava hakim. Sailor Moon’un mangası kendinden önce gelmiş Shoujo mangalarından etkilenirken, kendisinden sonra gelen tüm Shoujo mangalarını da etkiliyor. Bu etkiler hikaye ve karakterler açısından olduğu kadar çizim ve moda açısından da geçerli. Crystal, mangayı birebir aldığı için moda açısından değişen bir şey olmasa da manga ve özellikle orijinal anime serisine kıyasla farklı bir çizim tarzı içermekte. Crystal’in çizim tarzında orijinal eserin etkileri çok belirgin bir şekilde gözüküyor ancak 90’larda anakronistik kaçacak öğeler de içeriyor. Herhangi bir modern bir eseri, Crystal’i ve orijinal mangayı yan yana koyduğunda Crystal garip bir pozisyonda kalıyor. Retro olmasına rağmen iyi bir retro gibi durmuyor. Çizimlerin bu garip yanını ise renklendirme takip ediyor. Benim için ilk Sailor Moon animesindeki renklerin verdiği hissiyatı yakalayabilen ve o ruhu yansıtabilen başka hiç bir eser bulunmamakta. Crystal bu konuda, orijinal animeye benzemeye çalışmıyor bile. Çoğunluğunda içerdiği renk paleti çok sıradan, 90’ların hissiyatını vermekten çok uzakta. Ancak bu noktada dediğim her şeyin aksi biçimde olan iki öğe var. İlki serinin reklam arası kartları. Reklam öncesi kart akla gelebilecek en tatlı toz mavi tonda arka planla; toz renklere sahip gezegenler, ay ve ideal bir dünya resmi eşliğinde Usagi’yi resmediyor. Bu Usagi’nin yüzü ve vücudu çizilmemiş ancak üzerinde Sailor Senshi kıyafetleri toz pembe, beyaz ve tatmin edici bir mavi tonlarında duruyor. Estetik olarak insanı ilk anime adaptasyonu günlerine götürüyor. Reklam sonrası kartında ise yine yüzleri ve vücutları çizilmemiş Sailor Moon ile Tuxedo Mask, ay üzerinde ve Dünya’ya karşı resmediliyor. Ay kalesinin sütunu ve Tuxedo Mask’ın kıyafetleri kurşun kalem ile gölgelendirilip, renklendirilmiş gibi duruyor. İkincisi ise değişim animasyonlarının sonunda Sailor Senshi’nin arkasında durduğu arka plan kartları. Her karakter kendine özgün bir arka plan kartına sahip ama seride en fazla gördüğümüz, Sailor Moon’un kartını betimlemek gerekirse; pastel mavinin, beyazın, biraz sarının ve morun iç içe geçtiği arka planının önünde, beyaz ile mavinin karışımı bir ay ve onun da önünde Sailor Moon. Kartın alt kısmına ise yine pastel tonlarında çizilmiş ancak opaklaştırılmış güller hakim. Hem Sailor Moon’un hem de diğer Sailor Senshi’lerin arka planı 90’ların ve orijinal serinin ruhunu yansıtma konusunda başarılı.

90’lardaki Sailor Moon ile Crystal’deki Sailor Moon Kaynak : Screenrant
İlk bölümdeki sahnenin karşılaştırması Kaynak: Ellisa R

Ancak aşağı yukarı bir dakika süren bu dönüşüm sekansını sarıp baştan alalım. En sondaki ekran kartını ne kadar övdüysem, sekansın kendisini bir o kadar da yermem gerekiyor. Dönüşüm sahneleri üç boyuttan/CGI’dan yararlanıyor. Animede CGI, Sailor Moon’un dışında da insanların sevmediği bir şey; artık insanların kendi fikirlerini kendi oluşturduğu bir şey yerine, öğrenilmiş nefrete dönüşmüş bir olay. Bence bir çok eser 3 boyutlu animasyonları çok kötü bir şekilde ve kendi zararına kullanıyorken, Ghost In The Shell: Innocence gibi bazı eserler onlara sunulan bu aracı iyi bir şekilde kullanıp, yapıtlarını daha yüksek bir boyuta çıkarıyor. Sailor Moon ise maalesef ilk kategoriye giriyor. Dönüşüm sekansındaki kamera hareketleri göz önüne alındığında, 3 boyutlu bir sahne ilk başta kulağa ilginç olabilirmiş gibi geliyor ancak karakterlerin 3 boyutlu modelleri bahsettiğim estetik ve ruh anlayışı ile büyük ve çirkin bir kontrast oluşturuyor. Usagi’nin ve diğer karakterlerin üç boyutlu modelleri sanki onları 90’ların romantik ve umut dolu shoujolarından çıkarıp Honkai veya Genshin gibi 3 boyutlu anime-telefon oyunları evrenine sokuyor. Hali hazırda köklerinden uzaklaşmış ve zamansız bir müphemliğe giren seride, kısa sürede yıllanan ve kötü durmaya başaran bu modernlik örneği, serinin kendine olan yabancılığını ve ahenksizliğini ayrı bir seviyeye taşıyor.

Serinin ilk bölümündeki dönüşüm sekansı

Sailor Moon Crystal’in, hikaye olarak Naoko Takeuchi’nin orijinal vizyonunu izlemesi ve adapte ettiği bölümlerin en azından 50 sayfa olduğundan modern One Piece-vari bir yavaşlığa düşmemesi, seriye belli bir taban veriyor. Hakkında bu kadar negatif konuşmama rağmen serinin kendisi, başka seriler ile kıyasladığımda “kötü” değil. Ancak serinin, orijinal eser üzerine hiç bir şey eklemeyip, sadece ondan götürüyor olması, insanlara bu seriyi önermemi veya seri hakkında olumlu bir yorum yapmamı engelliyor. Ayrıca eski eserlerin, modern adaptasyonları konusunda çok daha büyük sorular uyandırıyor.

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın